Benzin hayali

Savaşın temposuna yetişmek nasıl mümkün olabilir ki? Bir mermi, namluyu terk ettikten kaç saniye sonra bir can alır? Bir top mermisi kaç saniyede bir evin kalbine düşer? Bu korkunç hız karşısında haberlerin aynı süratte yayılması ne kadar mümkün olabilir?
Cizre’de 2015 yılının sonunda her şey her an değişiyordu, ânı yorumlamak, âna dair bir öngürüye sahip olmak giderek zorlaşıyordu. Elektrikler gitmişti, kameralarımızın ve bilgisayarlarımızın şarjı son demlerindeydi. Yaptığımız şeyin ismi habercilikti ama haberlerimizi kamuoyuna ulaştıracak kaynaklarımız azaldıkça azalıyordu.
Yine de telefonumda biraz şarj kalmıştı. Bir umuttu bu; çalıştığım ajansla, televizyonla, dünyayla bağlantımı sürdürebileceğim bir kıvılcımdı. Ancak görüntüler… Onları nasıl gönderecektik? Bu şehir yüksek teknoloji çağından izole bir zamanın savaşına sürüklenmiş, gazetecilik açısından çözüm benzinle mühürlenmişti. Benzin bulmam gerekiyordu. O an düşüncelerimin merkezinde sadece bu vardı: Yalnızca haber yapmak yetmiyordu, haberi göndermenin kaynaklarını da bulmak ve gün be gün neler olup bittiği hakkında kamuoyunu bilgilendirmek zorundaydım.
Geçen her saniye daha fazla canın kaybedilmesi demekti. Burada yaşananlara dair sessizliğin sesi olmak, çatışmaları dünyaya ulaştırmak isteği, içimde volkanik patlamalara dönüşüyordu. Aksi takdirde gördüklerim yanlızca ben ve 120 bin nüfuslu Cizre için gerçek olacak, Cizre’nin dışında yaşayanlar için ise hiç yaşanmamış gibi karanlıkta kaybolacaktı. Kadınlar ve çocuklar, korkuları ve çaresizlikleriyle bir tarihe tanıklık etmenin sorumluluğunu omuzlarıma yüklüyordu. Onların suskun çığlıklarını, savaşın karanlığı arasında yankılatmam gerekiyordu.
Sonra birden hatırladım, daha önce benzin bulduğum bir barikat zihnimde bir volkan gibi patladı. Orada, tam da o noktada ihtiyacım olanı bulabilirdim. Derin bir nefes aldım, ardından kaldığımız evin sahibi Newroz’a baktım.
“Bidon var mı? Ben nerede benzin bulabileceğimi biliyorum,” dedim.
Benzin bulma yolculuğuna çıkıp yeni hikayelerin peşinde gitmekten vazgeçmeyeceğimin farkında olan Newroz, oturduğu yerden fırlayarak, bir çırpıda elinde bir su bidonu ile geri döndü.
Dışarıda çatışmalar devam ediyordu. Ben yeniden gerçeğin peşinden gidiyordum, bu öyle bir şeydi ki, kendi öykümü bile unutarak ilerlemek ve benzine ulaşmak zorundaydım.
Evlerin içinde açılan koridorları geçip sokaktaki sessizliğe çıktım. Eğer çaprazdaki sokağı geçebilirsem daha önce benzin bulduğum yere ulaşabilecektim. Her attığım adımda savaşın gölgesi üzerimdeydi ama bir an bile duraksamadan ilerledim. Garip bir şekilde cesaret bulmuştum. Benzin bulmadan dönmeyecektim.
İlerledikçe top sesleri yaklaşıyordu. Karşıdaki sokağa varmak istiyordum. Eğer karşıdaki sokağa geçmeyi başarırsam benzinin olduğu yere ulaşmış sayılırdım. Geçmek için bir fırsat kollamaya başladığım anda, geçmek istediğim yer, Cizre’nin tepelerinde konumlanmış devletin tanklarıyla vuruluyordu.
Duvar diplerinde kendilerini daha korunaklı yerlere atmış mahalleliye sordum: “Karşı sokağa nasıl geçebilirim?” Yaşlıca bir kadın, bana iki duvar arasında daracık bir yeri göstererek, “Oradan geç,” dedi.
Kendimi kurşunlardan ve gelebilecek top atışlarından korumaya çalışarak duvarların arasından ilerledim. Karşıma yüksek bir bahçe duvarı çıkana dek. Bu duvardan atlayarak bahçeye indim. Sokağa açılan kapıya doğru ilerlerken ev bir top mermisiyle vuruldu. Sıva ve tuğla parçaları başıma yağarken gözlerime dolan tozlardan dolayı hiçbir şey göremiyordum. Gözümdeki tozu sildim, evin kapısını açmak için zorladım, ama kapı açılmıyordu. Evin sahipleri evlerini bırakıp gitmiş olmalıydılar. İkinci bombanın patlamasıyla panikledim, kollarımla başımı korumaya çalıştım. Görüş alanım tozla kapanmıştı, ama bekleyemezdim. Fırlayıp bahçede bulunan küçük odunluğa sığındım. İçerisi odun doluydu, ev yanıyordu, yangın buraya ulaşırsa buradan sağ çıkmam mümkün değildi.
Kameraman arkadaşım Asmin’i Newroz’un evinde bırakıp benzin aramaya çıkmıştım maalesef, ona ulaşamıyordum. Çaresizce bağırmaya başladım, birilerinin sesimi duymasını umuyordum.
“Kimse yok mu? Heval, heval!” diye bağırdım. Sesim patlayan bombaların gürültüsünde boğuluyordu. Tekrar tekrar seslendim, ama yanıt gelmedi. Çatışmaların durduğu, top seslerinin kesildiği anlarda yeniden bağırıyordum: “Heval, heval!” Ancak kimseden ses çıkmıyordu. Biraz uzaktan sesler geliyordu ama artık bana yardıma gelecek kimsenin olmadığını yavaş yavaş kabullenmeye başlamıştım.
Tekrar telefona baktım, telefonum çekiyordu, hemen haber ajansını arayıp durumu anlatmaya koyuldum. Telefonu açan Fatma sesimdeki telaşın nedenini anlamaya çalışıyordu. Yangın hızla yayılıyordu, içerideki odunlar kıvılcımlarla parlamaya başlamıştı. Fatma endişemi ilk anda kavrayamamıştı. Kendimi zorlayarak biraz sakinleştim, durumu ona yeniden, daha net bir şekilde anlattım. Anlamıştı sonunda. “Asya, sakin ol! Hemen birilerini arayacağım, seni oradan çıkarabilmek için ne gerekiyorsa yapacağız,” dedi. Bu sözler kulağıma ulaşırken, ilk bombanın yarattığı o büyük sarsıntıdan eser kalmamıştı. Şimdi içime bir soğukkanlılık hâkimdi. Yine de kulaklarımda bombaların çınlaması devam ediyordu, baştan aşağıya tozla kaplanmış olduğumun farkında bile değildim.
Yeni bir bombanın düşmesi beni şaşırtmamıştı; patlamadan önce duyduğum o ürpertici ıslık sesi, tehlikeye hazırlıklı olmamı sağlamıştı. Sanki bir sisin içindeydim; düşüncelerim dingin, ama bedenim ürkekti. “Eğer ölürsem, geriye bir iz kalmalı,” diye düşündüm. Son bir fotoğrafımı çekip ajansa gönderdim. Ölümden korkmuyordum artık, sadece bu toprakların sessizliği içinde yitip gitmek ağır geliyordu. “Burada onca masum insan yaşamını yitirdi,” diye düşünerek odunluğun içinde bir kenara oturdum ve gerisini savaşın gidişatına bıraktım.
Toza toprağa bulanmış karmakarışık saçlarımı silkeleyip toplarken telefon çalmaya başladı. Telefon dizimin üstündeydi, ekranda HDP Milletvekili Faysal Sarıyıldız’ın adı belirdi. Sesinde derin bir endişeyle “Neredesin?” diye sordu.
Susuzluktan kurumuş boğazımı temizleyerek yanıtladım: “Bildiğim kadarıyla taziye evine yakın bir yerdeyim. Buraya girdiğimi birçok kişi gördü, ama tam konumu tarif edemiyorum. çünkü ilk kez böyle bir yere girdim.” Konuşmamızın ortasında, çevreye düşen topların yankısıyla şebeke bağlantısı kesildi. Umutsuzca telefonu salladım, ama nafileydi. Can havliyle sesimi duyarlar diye, “Heval, heval!” diye bağırmaya başladım.
Fatma’nın milletvekiline ulaşmış olabileceğini düşündüm, ama bulunduğum noktayı tam tarif edemediğimi hatırladıkça içimde bir çaresizlik kabardı. Çevrede patlamalar devam ederken, tüm gücümle yine “Heval! Heval!” diye seslenmeye devam ettim. Sesimi birinin duyması tek umudumdu.
Mahallenin bu bölümünde birçok insan yaşıyor olabilirdi ama beni duyan hiç kimse yoktu. Zaman sanki durmuş, hayat adeta yerinde donmuş gibiydi. Yakınlardaki patlamalar yavaşladı, ortamın sessizliği derinleşti. Odunluğun en güvenli yerinden çıkıp kafamı dışarıya doğru uzattım. Evin avlusunda geldiğim caddeye çıkan eski bir merdiven vardı. Ne var ki, bu yol buraya gelirken gözümden kaçmıştı, belki telaşla ya da dikkatimi dağıtan sessiz korkuyla görmemiştim. Fakat asıl mesele, o merdivenin başını keskin nişancıların gözleyip gözlemediğini bilmememdi. Emin olmadan dışarıya çıkmak mantıklı değildi. Kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda, avlusunda mahsur kaldığım evin yanmaya devam ettiğini gördüm. Yangının nasıl yayıldığını izlerken evin arka balkonundan birinin içeri girdiğini gördüm. Yangını söndürmeye çalışıyor olmalıydı. Orta yaşlı bu adamın dikkatini çekmek için ona seslendim: “Buradan nasıl çıkabilirim?”
Adam, “İyi misin? Senin orada ne işin var? Sana bir şey oldu mu?” diye sordu. Kendimi güvende hissedince, kaldığım yerden ayaklanarak dışarı çıktım. Adam, “Neyse ki sana bir şey olmamış! Şu merdiveni çıkarsan geldiğin yere geri dönebilirsin,” dedi. Hızla merdiveni çıkıp iki binanın dar duvarları arasından kendimi aşağı bıraktım. Birkaç adım ötede görünen sokağa yöneldim. Çıktığım sokakta çok sayıda insan vardı. Herkes tuhaf tuhaf bana bakıyordu. Bombardımandan sağ çıkmış olmama şaşırmış gibiydiler. Newroz’dan benzin için aldığım bidon tüm bombalara rağmen hâlâ elimdeydi, sanki benzin bulacakmışım gibi hiç bırakmamıştım.
İnsanların şaşkın bakışları arasında taziye evine doğru yöneldim; hissettiğim korkuyu orada üzerimden atmaya çalıştım. Gönüllü doktorlardan biri bana yaklaşıp, “Bacağına ne oldu? Kanıyor!” dediğinde, şaşkınlıkla irkildim. Bacağıma baktım, gerçekten de kot pantolonumun üzerinde hafif bir kan lekesi vardı. Panikle kontrol ettiğimde dizimde hafif bir sıyrık olduğunu gördüm. Doktor, “Gel, pansuman yapayım,” dediğinde, gülümseyerek, “Doktor, bu ufak bir çizik! Bana yaralı muamelesi yapma,” dedim. Doktorla konuşurken bile aklım hâlâ benzindeydi. Henüz birkaç dakika önce korkunç anlar yaşamışım gibi değil de, sanki sıradan bir işin peşindeymişim gibi, etrafımdakilere, “Bana bir şey olmaz, benim benzin bulmam gerekiyor,” diyerek evlerin arasındaki daracık deliklerden, yıkıntıların arasından geçtim. Elimde beş litrelik boş bidonla Newroz’un evine geri döndüğümde, evin içine adımımı atar atmaz Asmin’in sesiyle irkildim. Halime bakıp “Ne oldu sana?” diye sormasını beklerken, halime hiç aldırmadan, gözü elimdeki boş benzin bidonunda, “Hani, benzin nerede?” diye sordu. Üstüm başım toza toprağa bulanmışken, sorduğu bu soruya şaşırmadan edemedim.
Bir süre sonra Asmin sustu. Onun yerine Newroz’un akrabası olan gençler konuşmaya başladı. Söyledikleri şehrin ağır gerçekleriyle örülüydü. “Bu savaşın içinde benzin bulmak bir hayal,” dercesine gözlerime bakıyorlardı. Sözlerinde dalga geçmekle karışık bir davet vardı; beni, buranın gerçekliğiyle yüzleşmeye çağırıyorlardı. Onların kelimeleri kalbime dikenli bir ip gibi dolandı. Ama sustum. Söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum, yine de benzin bulma çabam, tüm o kaosun içinde bir umut arayışıydı.
Kınayan bakışlarla gençlere baktım. Asmin ise: “Buradan bir kahraman edasıyla çıkıp gittin. Yenilmiş bir asker olarak döndün. Şu haline bak,” diyerek hem bana laf sokuyor hem de kahkahalarla halime gülüyordu. Ben de kendi halime gülmeye başladım.
Ama sonra hemen asıl gündemimize döndük. Yaptığımız programı nasıl göndereceğimizi kara kara düşünmeye başladık. Benzin bulmak için tekrar dışarı çıkmaya karar verdim. Newroz’un akrabası olan gençler kendi evlerinde biraz benzin olduğunu, ama sadece akşam haber saatinde jeneratörü açtıklarını ve jeneratöre böbrek yetmezliği olan bir hastanın cihazını bağladıklarını söyledi. Bu bile bizim için yeterli olabilirdi, yeniden bir umut oluştu. Şimdi haberlerimizi haber merkezine göndermek için bir umudumuz vardı. Newroz’un akrabası olan gençleri yanımıza alarak onların evine geçtik. Jeneratör çalıştırılınca, Asmin yaptığı montajı haber havuzuna göndermeye başladı. Ben çatışmaların bir anlık da olsa durmuş olmasını fırsat bilerek yeniden benzin bulmak için evden çıktım.
Benzini bulabileceğimi tahmin ediyordum. Daha önce gidip aldığım bir yerdi. Oraya ulaştığımda direnişçi sivil gençleri gördüm. Onlara dört saat önce başımdan geçenleri anlattım. Mahsur kaldığım yerden bağırarak sesimi duyurmaya çalıştığımdan söz ediyordum ki, “O sen miydin?” dediler. Meğer sesimi duymuşlar. “Madem duydunuz, niçin yardıma gelmediniz?” diye sordum.
Çok kızmıştım. Uzun boylu direnişçi genç gülerek: “Nasıl, nerdeyse her metre kareye bir bomba düşerken mi?” dedi.
Sustum. Haklıydı. Eğer yardıma gelmeye kalkışsalardı kesin vurulurlardı. Bundan hiçbir kuşkum yoktu. Ben olayı sadece içine düştüğüm zor durumdan yola çıkarak değerlendiriyordum. Bu gençleri kendi kurtarıcım olarak görüyordum.
Genç direnişçilerle kısa bir sohbetten sonra benzin alacağım yere doğru ilerledim. Oraya vardığımda, elimdeki bidonu gösterip benzin almaya geldiğimi söyledim. Ancak yüzlerinde beliren hüzün, daha yanıtlarını almadan içime çökmüştü bile. Ellerinde hiç benzin kalmadığını, hâttâ stoklarının iki gündür boş olduğunu söylediler. Sabahki çabalarımın boşa gittiği düşüncesi içimi daha da sızlattı. Birkaç litre bile teselli olurdu; ama hiç kalmamıştı. Üstelik iki gündür…
Tam umutsuzluğa kapıldığım anda kalabalığın arasından biri seslendi. Beni dinlemiş olmalıydı. “Bende biraz benzin var,” dedi. “İhtiyacınız varsa verebilirim.” Bu beklenmedik jest karşısında bir an duraksadım, sonra teşekkür ederek teklifini kabul ettim. Sabahtan beri yaşadığım zorluklar, şimdi zihnimde komik bir hatıraya dönüşmeye başlamıştı. Beş litre benzin elime geçtiğinde, bir insanın bu kadar küçük bir şeyle ne kadar mutlu olabileceğini fark ettim. Beş litre benzin… Benzini alır almaz jeneratörün olduğu eve döndüm. Jeneratör hâlâ çalışıyordu. Elimdeki benzini gören herkesin gözleri faltaşı gibi açıldı.
Jeneratör çalıştıkça kaldığımız eve bir hareketlilik gelmişti, üçlü prizini alan geliyordu. İnsanlar telefonlarını şarj etmek için sıraya girmişti. İçeride üç yüz kadar insan vardı, herkesin amacı aynıydı: Bir an olsun dış dünyaya bağlanmak için telefonlarını şarj ediyorlardı. Biz de çektiğimiz haberleri ve programı haber havuzuna gönderdik, içimizde hafiften de olsa bir rahatlama hissi ile kamera bataryalarımızı ve telefonlarımızı hemen şarja taktık.
Haber peşine düşmeden önce benzini nasıl kullanacağımızın planını yaptık. Jeneratör yalnızca bizim haber göndereceğimiz saatlerde çalışacaktı, böylece hem enerji tasarrufu yapacak hem de mahallelilere daha fazla zaman kazandırabilecektik. Benzini ev sahiplerine emanet edip onları selamlayarak evden ayrıldık. İçimde uzun zamandır hissetmediğim bir umut ışığı yanıyordu. Şimdi her şeye rağmen, savaşın içinde haberlerimizi gönderebilmenin sevincini yaşıyordum. Bu evden ayrılırken dokunduğumuz onca insanı düşündüm. Telefonlarını şarj eden bu insanlar ablukanın dışındaki yakınları ile iletişim kurabilecek ve iyi olduklarını söyleyebileceklerdi.